Sort by

TÜRKİYEDE YAŞAYAN KARAÇAY-MALKARLILARDA DEMOGRAFİK DURUM ve NÜFUS HAREKETLERİ

by Yılmaz Nevruz

Türkiye ve Suriye’de yaşayan Karaçay-Malkarlıların tamamı Kuzey Kafkasın Karaçay ve Malkar bölgelerinden gelmişlerdir. Büyüklerimizden sık sık dinlediğimize göre, muhacirlerin büyük çoğunluğu Karaçay’ın ULLU KARAÇAY,…

KARAÇAYCA CILAMA TÜRKÇA CILA!

by Ertan Ersoy

Bu hapar, Karaçay el Başhüyük'te bolgandı. Adamlanı atları başka türlü cazılsada hapar tüzdü. 1953. cılda televizyon cok edi. Gazetede elge alay köp kelmeyedi. Adam…

SAYI GRUBU YÖNÜNDEN ESKİ TÜRKÇE İLE KARAÇAY-BALKAR TÜRKÇESİNİN KARŞILAŞTIRILMASI

by Doç. Dr. Salim KÜÇÜK

Onlu kat sayı ve onluk taban sistemini benimseyen Türkler, Köktürk ve Uygur Kağanlığı döneminde başka hiçbir dilde rastlanmayan “bir sonraki onluk taban” sayı sistemini…

KARAÇAY TÜRKLERİ VE YEMEK KÜLTÜRLERİ

by Yılmaz SEÇİM, Metehan KAYA

Bu çalışmada birbirini takip eden göç durumlarına maruz kalan Karaçay Türklerinin yemek kültürlerini kayıt altına almak ve konu ile ilgili ilerleyen dönemlerde yapılacak çalışmalara…

KARÇASTANNI ULLU ŞAYIRI

by Semenlanı Aminat

Karaçaynı birinçi bardı, KÇR-ni Halk Poeti Özdenlanı Saparğa bıyıl, 2013 cıl sentyabrnı 25-de 60 cıl bolаdı. «Elbrusоid» sаytnı fоrumundа «Kаrçаstаnnı ullu şаyırı» dеb, tеmа…

BU KÜNÑE KALAY CETDİK BİZ?

by Bilal Laypan

Bеlgilenñеn sözgе köçеrdеn аlğа, tаrihhе tеrеn kirib kеtmеsеk dа, Kаrаçаynı kurаlıuvndаn tаlаy söz аytırğа kеrеk bоlur. 1396-1397 cıllаdа Timur Аlаn krаlnı kurutub, kоlğа tüşgеnni…

KAFKASYA'DA DEPORTASYON VE GENOSİD

Tarih boyunca büyük devletler ve imparatorluklar arasında paylaşılamayan ve sahibolunmak istenilen bir ülke olan Kafkasya’da meydana gelen savaşların ve diğer mücadelelerin sıkıntısını en çok çekenler ve felaketlere en çok maruz kalanlar kafkaslar yani Kafkas Halkları olmuştur. Özgürlüklerine olan tavizsiz bağlılıkları ise müstevlilerin öfkelerini ve kinlerini daima celbetmiştir.

Bütün bu müstevli devletler arasında Rusya’nın farklı bir özelliği vardır: Ta İvan Groznıy döneminden beri Rus Hükümetleri “Kafkassız bir Kafkasya’yı” Rusya’nın bir parçası haline getirme politikasını ısrarla yürütmüşlerdir [2]. Genel olarak Kafkasları Kafkasya’dan yoketmek için üç klasik yöntemi kullanmışlardır: birincisi, çeşitli bahanelerle katliam, ikincisi cebren veya ikna yoluyla hıristiyanlaştırma, üçüncüsü de deportasyon yani ülkeden temelli sürme.

Biz bu konuşmamızda Rusya’nın 300 yıl boyunca tatbik ettiği kıtal ve sürgün politikasının sadece İkinci Dünya Savaşı yıllarına rastlayan bölümünü ana hatlarıyla ifade etmeye çalışacağız.

Deportasyon ve genosidin arka planı

Kafkasların 300 yıldan beri Rusya’ya karşı sürdürdükleri bitmez tükenmez özgürlük mücadeleleri, daha önceki Rus hükümetleri gibi Sovyet Rusya Hükümetini de “Kafkassız Kafkasya” politikasını uygulamaya itiyordu. Ancak modern çağda bu eylemin zaman ve zeminini iyi seçmek gerekiyordu. İkinci Dünya Savaşı ve Almanların Kafkasya’nın bir bölümünü işgal etmeleri, Sovyet Rusya Hükümeti’nin sözü gecen deportasyon ve genosid politikasını icra etmesine fevkalade elverişli bir ortam hazırladı. Artık uydurma sebebler ileri sürerek toplumları topyekün suçlamak suretiyle istedikleri icraata girişebilirlerdi. Deportasyon planına Dağıstan Halklarının tamamı, Çeçenler, İnguşlar, Karaçaylar ve Malkarlar dahil edildi[3]. Dağıstanlıların sürgünden kurtulmaları, o devirde Dağıstan Avtonom Cumhuriyeti’nin lideri Danielov’un şahsi çabaları sayesinde olmuştur[4], diye bir kanaat mevcut ise de biz bu kanaatte değiliz. Dağıstan’da bir milyona yakın insan yaşıyordu, dağlarda sayısız küçük köy mevcuttu. Deportasyonu uygulamak için yüzbinden fazla askere ihtiyaç vardı. Üstelik bu kadar insanı deporte etmek için o günün Rusyasında transport aracı bulmak imkansızdı. Kısacası maddi imkanlar elvermediği için Dağıstanlıların sürgününden vazgeçilmiştir.

Sırası gelmişken Rusya’nın “Kafkassız Kafkasya”ya sahibolma politikasının sebeplerini kısaca hatırlatmakta yarar görüyorum. Resmi açıklamalarda toplu sürgünlere gerekçe olarak, sözü geçen halkların “Almanlarla işbirliği” yaptıkları ileri sürülmüştür. Keza, Çeçen-İnguş ile Karaçay-Malkar’da 1939’dan beri devam eden “direniş” hareketleri de sebep olarak gösterilmiştir.

Olaylar dikkatle incelenecek olursa, Sovyet makamlarının ileri sürdüğü gerekçeler doğruyu yansıtmamaktadır. SB’nin parçalanmasıyla birlikte, 1943/44 cinayetleri hakkında serbestçe konuşma ve yazma imkânı doğduktan sonra kesin olarak anlaşılmıştır ki tehcir edilen halklardan çok küçük grupların dışında hiç birinin Almanlarla işbirliği yapması bahis konusu değildir. Büyük ekseriyet rejime sadık kalmış ve Almanlardan uzak durmuştur. Zaten eli silah tutan erkeklerin tamamı cephelerde olup köylerde ve kentlerde sadece yaşlılar, kadınlar, çocuklar ve harb malülleri yaşamaktaydı. Hal böyle iken bu başsız/sahipsiz insanların “Almanlarla işbirliği” yapmaları fiilen mümkün değildi[5]. Meselenin gerçek yüzü başkadır ve sebepler daha derinlerde aranmalıdır.

Birinci ve temel sebep, Rusya’nın öteden beri “Kafkassız Kafkasya’ya Sahibolma Milli Politikası”dır.

İkinci sebep, Sovyet Rusya’nın bu dönemde Türkiye’ye saldırma politikasıdır. Bu suretle cephe gerisi güvenceye alınmak isteniyordu. Hafızamızı şöyle bir yoklayacak olursak, “93 Harbi” sırasında da buna benzer olaylar cereyan etmiştir. Doğu Anadolu’ya Rus orduları saldırınca, müsliman Kafkas halkları büyük reaksiyon göstermişler ve geniş çapta isyan hareketleri başlatmışlardır. Özellikle Çeçenistan ve Karaçay-Malkar’da direniş hareketleri kontroldan çıkmıştır. Bunun üzerine Çarlık Hükümeti, Kafkas cephesinden iki tümenini geri çekmek zorunda kalmıştır. İşte bu tarihi olayları iyi bilen Sovyet Hükümeti, genelkurmayın tavsiyelerine uyarak “cephe gerisini emniyete alma” işini sağlama bağlamak istemiştir[6].

Bu iki temel sebebin dışında, lokal sebepleri de hatırlatmak gerekir.

1. Karaçay-Malkarlıların yaşadığı Elburus dağının şimal etekleri eşsiz bir tabiat güzelliğine sahiptir, tıpkı Alp dağlarını andırmaktadır ve kış sporları için en ideal yerdir. Keza kaplıcaları, maden suları ve güzel iklimiyle her zaman Rusların ilgisini çekmiştir. Bunun yanında, Stalin-Beria ikilisi Gürcü asıllı olduklarından, Gürcüstan SSC’nin topraklarını genişletmek istiyorlardı. Nitekim, sürgünden hemen sonra, dağ gürcülerini (svanlar) Karaçay topraklarına iskân edilmesi, böyle bir planın bahis konusu olduğunu açıkça ortaya koymuştur. Ahıska Türklerinin deportasyonu da (Gürcüstan yönüyle) aynı planın bir parçasıdır[7].

2. Çeçen-İnguş ülkesine gelince: İmam Mansur zamanından beri Rus işgalini bir türlü kabullenemiyen hürriyetperver Çeçen-İnguş halkı, Rusya’nın başına hep gaile açmıştır. Bunlar, İmam Şamil’in yürüttüğü Kafkas İstiklâl Mücadelelerinde de büyük rol almışlardır. Öte yandan Azerbaycan ve Çeçenistan’daki zengin petrol kaynaklarının sürekli şekilde Rusya’ya akıtılmasında Çeçenler daima bir handikap teşkil etmişlerdir. Bütün bunlara Stalin-Beria ikilisinin, sözü geçen ülkenin güney topraklarının Gürcüstan’a ilhak etme planlarını da eklersek, bu necip halkın niçin deporte edildiği açıkça ortaya çıkar. Aslına bakılırsa “işbirlikçi” suçlaması Çeçen-İnguşlar için bahis konusu bile olamaz. Zira Almanlar, Grozni petrollerine gelemeden geri çekilmek zorunda kalmışlar ve çeçenlerle ihtilat yapmamışlardır[8].

Sovyet Rusya Hükümeti’nin ileri sürdüğü iddiaların geçersizliğinin en büyük kanıtı da Ukrayna ve diğer bazı cumhuriyetlerin durumudur. Eğer Almanlarla işbirliği yapan Sovyet halklarının tamamını cezalandırmak gerekseydi, ilk sırayı 40 milyonluk Ukrayna alırdı. Baltık Devletleri halkları ile bir kısım Velikoruslar (büyük ruslar) da aynı akibete uğrarlardı. Avusturya’daki mülteci kamplarında toplanan ve büyük çoğunluğu mülteci ailelerden oluşan ve Almanlarla işbirliği yapan Sovyet Rusya vatandaşlarının % 90’ını velikorusların, ukranların ve kozakların teşkil ettikleri bilinen bir gerçektir. Neden Ukraynalılar topyekün yurtlarından sürülmediler?  Keza, neden velikoruslardan almanlarla işbirliği yapanlar topyekün yurtlarından sürülmediler? Bu soruya Sovyet yazarları ve politikacıları “40 milyon ukraynalının, milyonlarca velikorusun topyekün sürgünü imkânsızdı, şayet mümkün olsaydı, Stalin bunu da yapardı”  deyip, suçu ve sorumluluğu yine Stalin’e yükleyip işin içinden çıkıverirler. Ama biz o kanaatte değiliz. Bu cinayetlerin işlenmesinde en az Stalin kadar Rus genelkurmayı da, Rus Hükümeti de, meclisi de, politbürosu da hatta Rus milleti de sorumludur. Böyle olmasaydı o masum insanların sağ kalabilenleri 14 yıl Orta Asya steplerinde tutulmazlar ve harpten sonra hemen yurtlarına iade edilirlerdi[9].

Deportasyon ve genosidin ilk kurbanı: Karaçaylılar

Daha önce Volga Boyu Almanları yaşadıkları topraklardan deporte edilmişlerse de bunların özel bir durumları olduğu için Kafkasya sürgünlerine misal teşkil etmezler. Bir defa Almanlar oraya birkaç asır önce Rus Çarları tarafından getirtilerek iskan edilmişlerdi, yani Volga Boyu, onların anayurtları değildi. İkincisi, Karşı cephede Almanya Devleti olduğu için Alman soyundan gelen bu insanların bir ön tedbir olarak deporte edilmeleri bir dereceye kadar makul sayılabilirdi. Mamafiyh NKVD soldatları bu vesiyleyle deportasyon eyleminde tecrübe sahibi olmuşlardı. Bu deneyimli NKVD militanları ile kızıl askerlerin 1943 güz başlarından itibaren Çeçen-İnguş ve Karaçay-Malkar köylerine dinlenme (!) amacıyla gruplar halinde gelmeye başlamaları da halkın dikkatini çekiyordu, ama kimse buna bir anlam veremiyordu.

Aslında bütün Kafkaslar gibi Karaçay-Malkarlılar da sürgün ve toplu katliam felaketleriyle 1928 yılından beri tanışıktılar. 1928 yılında kasaba ve köylerde kendi emekleriyle geçinen ailelerin kişisel malları ve mülkleri devlitleştirilip kendileri de devlet elinde ırgat haline getirilmeye başlanınca büyük bir huzursuzluk başgösterdi, nümayişler başladı, hatta yer yer isyanlar ortaya çıktı. Hükümet mütevazi mal-mülk sahiplerini “kan emici kulaklar” ilan ederek çok sert biçimde cezalandırdı, yüzlerce insan katledildi, bir kısmı da Sibirya’ya sürüldü. 1929 yılında özel mülk sahiplerinin % 25’i “Küçük burjuva” addedilerek tutuklandı ve mülklerine el konuldu. Geri kalanlar da ellerindeki  fazla bir değer taşımayan mal varlıklarını devlete vererek kolhozlara üye oldular. Bu zorunlu kollektifleştirme sırasında bütün Sovyetler Birliğinde olduğu gibi Kafkasya’dada da isyanlar çıktı. Ama Stalin Hkümeti acımasız şekilde askeri güç kullanarak hepsini tenkil etti.  Göstermelik askeri mahkemeler kuruldu ve bu dönemde Karaçay’da 3000 kişi idam edildi. Cebri kollektifleşterme hareketine bağlı katliam ve deportasyon eylemleri 1932-1934 yılları arasnda da sürdürüldü. Köylerde oturan halkın orta direğini teşkil eden orta varlıklı ailelerden 3000 aile “Kulak artıkları” damgasıyla, pamuk sovhoslarında çalıştırılmak üzere Özbekistan’a sürüldü. Daha varlıklı ailelerden bir kısmı idam edildi, bir kısmı da Sibirya’ya çalışma kamplarına nefyedildi.[10]

Kafkaslar için en büyük ve telafisi en zor felaket, 1936-1938 yılları arasında icra edilen “Burjuva milliyetçileri yoketme” adı verilen devlet terörü yıllarında, halkın aydın tabakasını teşkil eden kesimin büyük bölümü katl ve sürgün suretiyle tasfiye edilmesiydi. Bu dönemde yok edilen Karaçay aydınlarının sayısı 7000’in üzerindedir. Aslında 1936-1938 yılları arasında sürdürülen tasfiye hareketinin amacı, Stalin’in kendi iktidarını sağlama almaya matuf olduğu için bütün ülke çapında uygulanan bir operasyondu. Ama ateş düştüğü yeri yakar. 110 bin civarında nüfusu olan Karaçay’da 7 bin aydının yok edilmesi, telafisi çok güç bir kayıptı, hala bu kayıp yerine konulamamıştır.

1939 yılında Almanya ile Rusya savaşa tutuşunca, bütün ülkede olduğu gibi Karaçay-Malkar’da da eli silah tutan (17-55) yaş arası erkeklerin tamamı askere alındı. Artık kolhozlarda ve diğer üretim alanlarında kadınlar çalışmaya başlamıştı. Devlet, her yerde olduğu gibi Karaçay-Malkar’da da kamyon, otobüs, jip gibi motorlu araçlar ile at, merkep, öküz ve bunların çektiği arabalara el koydu. İşte bu kaos ortamında Alman orduları Rusya’yı istila ederek Kafkasya’ya kadar ilerledi. Karaçay-Çerkes Muhtar Eyaleti ile Kabardey-Balkar Özerk Cumhuriyeti de işgal edildi. İşgal sırasında halkın % 1’ini bile teşkil etmeyen bir bölümünün Almanlarla işbirliği yaptığı bir gerçektir ve bunlar Almanlar geri çekilirken, onların peşine takılarak ülkeyi terketmişlerdir. Geri kalanlar ise Almanlarla ünsiyet peyda etmedikleri gibi onları soğuk karşılamışlar ve Sovyet Yönetimine karşı da bir tavır içinde olmamışlardır. Zira her evden en az bir, iki, üç ve daha fazla erkek Sovyet ordusunda görev yapmaktaydı, onların geride bıraktıkları güçsüz ihtiyarlar ve çocuklar, büyük bir sıkıntı içinde yaşam mücadelesi veren kadınlar nasıl olurdu da Almanlarla işbirliği yapabilirlerdi?

Kafkasya’da 5.5 ay kalabilen Alman Ordusu 1942 yılı sonlarından itibaren geri çekilmeye başladı ve ülke yeniden Kızılordu’nun kontrolüne girdi. Halk, düşmanın çekilmesiyle rahat bir nefes almış iken bu defa Kreml’inin gizli planları uygulamaya konuldu. İkinci Dünya Savaşı hengamesinin yarattığı uygun ortamı iyi değerlendiren Merkezi Hükümet 1943 yılı Kasım ayının ikisinde Karaçay Halkı’nı topyekün derdest ederek Orta Asya ve Kazakistan’a deporte etti.

Operasyonun nasıl yapıldığını ayrıntılarına girerek anlatmak niyetinde değilim. Bu konuda pek çok kitap ve makale okudum, konuşmalar dinlerim. Bunların içinde biri var ki beni çok etkilemiştir. 1989 yılında Perestroyka’nın getirdiği özgür ortamdan yararlanılarak, Karaçay-Çerkes Cumhuriyeti’nin Karaçayevskiy (Karaçayşahar) şehrinde geniş katılımlı bir anma toplantısı düzenlenmişti. Orada Tavsoltan isimli bir zatın konuşmasının ses bandı elimizde bulunmaktadır. Tavsoltan Beğ, sürgün sırasında 13-14 yaşlarındadır ve başından sonuna kadar olayların içinde bizzat yaşamıştır. Şimdi onun konuşmasından bazı paragraflar alarak olayın nasıl cereyan ettiğini, görgü şahidinin ağzından sizlere aktarmak istiyorum.

Tavsoltan Beğ, umumi bir giriş yaptıktan sonra konuşmasına şöyle başlıyor:

“Nasıl da zormuş kalblere, Atayurdundan koparıldığını bilerek yürümek! Nasıl da zormuş, sahiplerini uğurlarcasına ineklerin höykürüşlerini, itlerin uluyuşlarını işitmek! Nasıl da zormuş kadınların, çocukların, yaşlıların, harp malüllerinin doğup büyüdükleri yurtlarından, baba ocaklarından ayrılırken nasıl ağlaştıklarını göz önüne getirmek! Onların gözyaşları sel olup aktılar, yağmurlu günlerdeki gibi Kuban Nehri’ne karıştılar…”

Konuşmacı, gece yarısı NKVD militanları ile askerlerin evlerin kapılarını dipçiklerle döverek insanları uyatıp, sürgün edileceklerini söyleyip, at arabalarıyla toplanma alanına getirirken icra ettikleri acımasız eylemlerden bazılarını şöyle dile getiriyor:

“1943 yılı 2 Kasımında 27 kişi evlerinde hasta yatağında yatmaktadır. Bu hastaları beriacılar ne kamyonlara yüklediler ne de vagonlara. Hepsi öylece yataklarında kaldılar. Onların akibetlerinin ne olduğunu bugüne kadar kimse bilememiştir, bugün de kimse bilmiyor”...

“Karaçay’ın hastanelerinde yatarak tedavi görmekte olan hastaların hepsi yattıkları hastanelerde bırakılmışlardır. Onların da akibetlerinin ne olduğunu bugüne kadar kimse bilememiştir, bugün de kimse bilmiyor”...

“Eltarkaç yolunun dik bir yerinde kamyonun sarsılmasıyla bir çocuk anasının kucağından fırlayarak yere düşüyor. Annesi ne kadar feryad etse de beriacılar aracın durmasına izin vermiyorlar ve zavallı körpecik çocuk hazin kaderiyle başbaşa kalıyor...”

“Sabahleyin saat 9’da tekmil Karaçay Halkı demiryolu boyundaki stanitsalarda sığırların taşındığı vagonlara yüklendiler… Subaylar ellerinde tabancalarıyla sert emirler veriyor, soldatlar da silahlarının dipçikleriyle masum insanları itip kakıyorlardı. Ortalık tam bir mahşer günü gibiydi. Konvoy köpeklerinin uluyuşları, çocukların çığlıkları, anaların hıçkırıkları, güçsüzlerin iniltileri tek ses haline gelerek gök kubbeye yükseldi. Orada olan şeyleri layikiyle anlatmaya kimsenin gücü yetmezdi”...

“Sabah saat 10’da içleri karaçaylılarla tıka basa doldurulmuş yük katarları harekete hazır durumdaydılar. Vagonların içlerinde 63323 günahsız insan. Bu 63323 karaçaylının içinde ne bir bandit (eşkıya) ne bir hain ne de bir işbirlikçi vardı. Onların arasında 32929’u çocuk, 18993’ü kadın, 14401’i de yaşlılar ve savaş malüllerinden oluşan erkekler. Sağlam erkeklerin tamamı ise cephelerde savaşıyorlardı…”

Tavsoltan Beğ’in anlattığı pek çok dramatik olaydan biri de şudur:

“Sürgün sırasında NKVD askerleri anasız-babasız kalan öksüz çocuklara da acımadılar. Eltarkaç adlı köyde savaştan önce mutlu bir aile yaşamaktaydı: Özdenlerin Abdurzak ile eşi Aliylerin Havva ve üç çocukları… Savaştan kısa süre önce Havva kendi vadesiyle ölüyor, savaş sırasında da Abdurzak ölüyor. Anaları ölürken çocukların yaşları 3’ten 9’a kadar, babaları ölürken de 5’ten 11’e kadar. Zavallıcıkların bakacakları kimseleri olmadığı için, aynı köyde yaşayan halaları yetimlerin bakımını üzerine alıyor. Kadının evi köyün öbür ucunda olduğu için günde 2-3 defa gelerek ihtiyaçlarını gidermektedir. Akşamleyin de yemeklerini yedirip yataklarına yatırdıktan sonra kendi evine dönmektedir… Ne hazindir ki sürgün günü, bunların halaları Bostanların Halimat’ı beriacı cellatlar yetimlerin bulunduğu eve göndermedikleri gibi onların da halalarına gelmelerine izin vermiyorlar. Halimat kendi evinden sürülüyor, yetim çocuklar da kendi evlerinden. Söylemeye gerek varmı, sabahın alaca karanlığında silahlı soldatların büyük bir gürültüyle kapıları kırıp eve dalmak suretiyle bu minnacık çocukları uykularından kaldırırken nasıl korktuklarını, onların nasıl ağlaşıp çırpındıklarını (konuşmacı hıçkırarak ağlıyor)”…

Tren yolculuğu sırasında sürgünlerin çektikleri acılar ise kolay unutulur cinsten değildir. Yine Tavsoltan Beğ’den dinleyelim.

“Vagonlarda ölen insanları beriacı askerler ‘bandit’ diye pencereden fırlatıyorlardı. Ben bizzat ‘ölenlerin durumu ne olacak’ diye katar sorumlusuna sorduğum zaman ‘ölülerin sayısı 15-20 olursa, onları atmak için (gömmek için değil) yakınlarına 10 dakika zaman verebiliriz’ diye cevap vermişti.”

Sürgünler, sürgün yerinde de aynı felaketli hayatı yaşamaya devam ettiler. Tavsoltan Beğ’den birkaç paragraf daha alalım:

“Sürgün yerimiz Orta Asya’da da yoktu bizim için kolaylık. Orada da görülmemiş bir trajediydi bizi bekleyen… Bir kısım beriacılar ite kaka bizi hayvanlar gibi sayıyorlar, bir kısmı da kağıtlara kaydımızı yapıyorlardı. Sonra da Asya’nın Kazakistan bozkırlarına, Kırgıziztan düzlüklerine dağıtıyorlardı… Biz de bir grup karaçaylı olarak, Güney Kazakistan bölgesinde Pakhta-Aral adı verilen sovhoza getirildik… Dinlenmeye dahi fırsat vermeden bizi silahlı muhafızlarla işe götürmeye başladılar. Sağlam mısın hasta mısın, yaşlı mısın sakat mısın diye ayrım yapmadılar. Hepimizi gücümüze bakmadan ağır işlere sürdüler. Çalışanlara cıvık bir un çorbası veriyorlardı, başka da bir yiyecek yoktu. İnsanlar çoğu zaman ot yediler, yerlilerin evlerinden atılan çöpleri karıştırdılar. Dağ ikliminde büyüyen, dağın temiz havasına alışık ihtiyarlar steplerin-çöllerin ağır havasını kaldıramadılar. Kaynak suyu olmayan bu yerlerde pis hendeklerde biriken kirli suları içiyorduk. Kısa zamanda bulaşıcı hastalıklar baş gösterdi. Açlıktan insanların bedenleri şişiyordu. Ölüm vakaları o kadar çoğalmıştı ki bazen günde 15-20 kişi ölüyordu. Onları gömmeye bile yetişemiyorduk. Kimi zaman onlarca insan ölüyor, buna karşılık, ölenleri gömmek için de 2-3 kişi bulunabiliyordu. Gömülmeden orta yerde kalan cesetler de az değildi.”

“Öyle olaylar yaşanıyordu ki bir gecede bir ailenin tamamı sabaha ölü çıkıyordu. Öyle şeyler oluyordu ki sabahleyin anaları açlıktan ölüyor, akşama doğru oğulları göğüslerinde madalyaları ile cepheden dönüyordu.”

“Güney Kazakistan’ın Elçor ilçesi yakınlarındaki Kermayisk denilen köyde, Kobanların Noriy’in 12 başlı ailesi 2-3 gün içinde yok oldu. Onların içinde iki ikiz oğlanın ikisi de aynı anda can verdiler. Yine aynı köyde 9. barakada Botaşların Hamzat ile oğlu Yusuf  birlikte öldüler. Karkaralis ilçesinin Rasnakçı köyünde Hasanların Magamet’in 6 başlı ailesi bir gecede can verdiler, kendisi de zaten savaşta can vermişti. Kermayisk köyünde, 1944 yılının 15 mayısında küçük bir kulübede 14 insan ölmüştü ve onları defnetmek için kubur tahtası bulamamıştık...” Aynı köyde, günlerden bir gün, soğuk bir kış günü, sağ kalan insanların isimlerini yazmak için barakaları dolaşırken bacası tütmeyen bir barakanın kapısını aralayınca, fırtına sırasında içeriye kar dolduğunu, barakanın bir köşesinde de samanların üzerine oturmuş vaziyette, ince basmadan yapılmış entarisi ile bir kız çocuğunun donuk donuk baktığını farkettim. Ölü veya diri olduğunu anlayamadım. Hemen gidip annemi getirdim, 5 yaşlarında görünen kızcağızı alıp bizim barakaya götürdük. Biraz sıcak içecek içirdik, yüzüne su serptik, zavallı çocuğa can girdi. O çocuk kimdi derseniz, Kobanların Noriy’in 12 başlı ailesinden geride kalan çocuk. Hastaneye götürdük, orada öldü. Hayret verici olan şey nedir derseniz, o kızcağız öldükten 2 ay sonra büyük ağabeyi binbaşı rütbesi ve 15 madalyası ile cepheden dönüyordu.”

“… Cambul ilinin Kadenka isimli köyünde Botaşları sülalesinden bir ailede 7 kişi can veriyor, geride 5 yaşlarında bir çocuk kalıyor. Bu çocuk günlerce ölülerin arasında aç-susuz barınıyor, onu himayesine alacak kimse bulunmuyor. Ölülerin arasında bir süre yaşam mücadelesi verdikten sonra diğerlerine katılıyor.”

“Anlatılmazı zor şeylerden biri de sürgün sırasında öksüz-sahipsiz kalan çocukların kayboluşlarıdır. O sefalet yıllarında 100 kadar çocuk kaybolmuştur. Biz Orta Asya’dan dönünceye kadar bunlardan 12’si bulunup yakınlarının himayesine girmişti. Bunlardan üçü bugün Gitçe-Karaçay, Cögetey Ayağı ve Turnovskiy kasabalarında yaşamaktadır. İsimleri de şöyle: Bicilerin Safar, Ortabayların Magamet, Bostanların Seyitbiy.”

Bütün Karaçay Halkı’na sürgünle gelen felaket yüzünden 40.000 kadar insan hayatını kaybetmiştir. Bunlardan 22.000’ini çocuklar oluşturmaktadır. Orta Asya’nın uçsuz bucaksız düzlüklerinde karaçaylı bir ölünün yatmadığı ayak basacak yer yoktur, dersek, abartmış olmayız.”[11]

***

Malkarların Deportasyonu

Karaçaylılar deportasyon ve genosit operasyonunun ilk kurbanları oldukları için büyük panik yaşamışlardı. Malkarlılar ile Çeçen-İnguşlar bir bakıma başlarına gelecek felaketi anlamışlardı ve zihnen böyle bir felakete maruz kalacaklarına kendilerini hazırlamışlardı, diyebiliriz. Ancak, 1928’den 1940’lı yıllara kadar karaçaylıların başına gelenler diğer halklarla beraber Çeçen-İnguşların ve Malkarların da başına gelmiştir. Ayrıntıya gerek görmüyorum.

23 Şubat 1944 tarihinde Çeçen-İnguşların sürgün edilmesini devlet saklasa da, fısıltı yoluyla Malkarlılar mutlaka duymuşlardı. Kendilerini de aynı akibetin beklediğine dair bazı belirtiler mevcuttu. O dönemde Kabardey-Balkar Özerk Cumhuriyeti Obkomu’nun birinci sekreteri olan Z.D. Kumekhov anılarında şöyle yazmaktadır: “25 Şubat günü saat’10’da Kobulov beni, özel trendeki vagonuna davet etti. Vagonun salon bölümünde Beria, Serov, Bziava ve Filatov (bu ikisi Kabardey-Balkar’ın içişleri ve güvenlikten sorumlu komiserleriydiler) vardı. Beria çok öfkeli görünüyordu. Beni görür görmez, Kabardey-Balkar hakkında çok ağır sözler sarfetti. Elburuz’u almanlara verdiniz, diye ağzına gelen ne kadar ağır söz varsa hepsini söyledi. Küfürler savurarak öfkesini yatıştırdıktan sonra: “Kabardey-Balkar Halkını deporte edeceğiz” dedi.

Kumekhov cumhuriyetin politik durumu hakkında kısa bilgi verdikten sonra, Beria tekrar azarlama şeklindeki sözlerine devam ederek: “Kabardey-Balkar, eşkıyaların yuvası haline geldiği için sürgün kararı verilmiştir” diye, ekliyor.

Bundan sonra Kumekhov anılarında şu hususa yer veriyor: “ 1944 yılı Mart ayının 2’sinde Beria özel treni ile Nalçik’e geldi. Kobulov ile Mamulov da beraberinde idiler. Ben, Bziava ve Filatov trende onlarla buluştuk”.

Kumekhov’un ifadesine göre hep birlikte Elburuz köylerine doğru yola çıkıyorlar. Yolculuk sırasında Beria, Kumekhov’a: “Elburuz civarındaki toprakların Gürcüstan’a bırakılacağı hususunda karara varıldığını” bildiriyor. Kumekhov, bu karara niçin varıldığını Beria’ya sorunca “Malkarlılar Elburuz topraklarından gidecekler. Buraları Kabardey’in üzerine yük olacak ve gerekli ilgiyi de görmeyecektir. Bu yüzden Elburuz topraklarını Gürcüstan’a bağlamayı uygun gördük. Sebebine gelince, Gürcüstan’ın bu tarafındaki savunmasının bir sınırı olmalıdır. Almanlar Kabardey-Balkar’a girdikleri zaman Kabardey, buradaki ilçeleri almanlara terketmiştir.[12]”

Kumekhov’un sözlerine inanmak gerekirse, o da deportasyon olayından 2 Mart 1944 tarihinde haberdar olmuştur. Bu da sürgünden 6 gün öncesine isabet etmektedir.

Aslına bakılacak olursa, birçok halkın uzak yerlere deporte edilmesi hakkında bir günde karara varmak mümkün değildir. Menkezi Hükümetin bu konuda, Kabardey-Balkar Özerk Cumhuriyeti’nin üstdüzey yöneticileri ile istişare ederek, onların da görüşünü aldıktan sonra nihai kararını belirlediği akla yatkın gelmektedir. Nitekim sonradan anlaşıldığına göre, Özerk cumhuriyetin bir numaralı yöneticisi Z.D. Kumekhov ile cumhuriyetin içişleri ve güvenlikten sorumlu komiserleri K.P.Bziava ve S.İ. Filatov üçlüsü bu konuda bir rapor hazırlayarak merkeze sunmuşlardır. Raporun ilk bölümünde Malkar Bölgesi’nin Elburuz, Çegem, Kholam, Bızıngı, Çerek ilçelerinde kaç insanın yaşadığı, o dağ boğazlarında ne kadar kullanılır toprak bulunduğu, yörede ne kadar hayvan olduğu, tarım arazileri, yazlıkların durumu… hakkında bilgi verilmiştir.

Raporun ikinci bölümünde ise şu görüşler yer almaktadır: “Sovet Hükümeti ile Komunist Partisi’nin büyük yardımlarına bakmadan, Malkar bölgesinde yaşayanların bir bölümü Sovet Rejimine karşı tavır almışlardır”. Burada yazılanların doğruluğunu tevsik için de doğruluğuna veya yalan olduğuna bakılmadan mevhum muhbirlerin ifadelerine yer verilmiştir. Bu cümleden olarak Malkarda bazı grupların Bolşevik İhtilali’nin ilkelerine aykırı milliyetçi çalışmalar içinde oldukları, savaştan kaçtıkları, eşkıya çeteleri oluşturdukları… gibi ipe sapa gelmez ifadelere de yer verdikten sonra düşüncelerini şu şekilde açıklamışlardır: “Yukarıda ifade ettiklerimizi hesaba katarak, Malar Halkı’nın Kabardey-Balkar Özerk Cumhuriyeti’nin topraklarından sürgün edilmeleri hususunun uygun olduğunu bildiririz”. Raporun altına Kumekhov, Bziava ve Filatov imza koymuşlardır. Sözü geçen üçlü, hazırladıkları rapordan Özerk Cumhuriyet’in diğer yöneticilerini haberdar etmemişler ve raporu 24 Şubat 1944 günü Vladikafkas’da bulunan Beria’ya ulaştırmışlardır[13].

Burada ilginç olan husus; Karaçay-Malkarların, Çeçen-İnguşların, Kalmukların, Kırım Tatarlarının ve Mesketlerin deporte edilmeleri meselesi, Sovyetler Birliği Merkezi Hükümeti’nin milli politikası olduğu halde, deportasyonla ilgili hükümet kararnamelerinin ve bunları onaylayan kanunların çok sonradan çıkartılmış olmasıdır. 1944 yazında çıkartılan bu kararnameleri onaylayan kanunlar Haziran 1946 tarihini taşımaktadır. O tarihte deporte edilen halkların nerdeyse yarıya yakını içinde bulundukları hayat şartlarına dayanamıyarak çoktan ebediyete göçüp gitmişlerdi.

Deportasyonun ayrıntıları

Bu konuda ayrıntıya girmeyeceğim. Malkar Halkı’nın sürgün operasyonu 8 Mart 1944 günü sabaha karşı başlatıldı. Karaçaylıların sürgününde yaşanan olayların hemen hepsi burada da yaşanmıştır.

Sürülenlerin sayısı resmi kayıtlarda 37.713 olarak geçmektedir. 11 Mart 1944 günü Beria sürgün işleminin başarıyla yerine getirildiğini şu telgrafla Stalin’e bildirmiştir: “Malkarlıların deporte edilmesi işlemi başarıyla yerine getirilmiştir. Kazak ve Kırgız Sovet Cumhuriyetlerine 37.103 malkarlı tehcir edilmiştir…” Buradaki rakam biraz azaltılmış olarak dikkati çekse de doğru rakam biraz önce verdiğimiz rakamdır. Bunlardan takriben 25 bini Kazakistan’a, kalanı da Kırgızistana sürülmüştür. Cephelerde ise her dört malkarlıdan biri Sovyetler Birliği için savaşmaktaydı. Sürülenlerin % 52’sini çocuklar oluşturuyordu. % 30’u kadınlar, % 18’i de yaşlılar ve harp malüllerinden oluşan erkekler.

1946 yılı Haziran ayına kadar sürgünlerden 10336’sı hayatını kaybetmiş bulunuyordu[14].

Sonuç

Kafkasların 1943-1944 yıllarında maruz kaldıkları sürgünler, çok kötü şartlarda ve acımasızca yapıldığı ve sürgün yerlerinde yokolmaları için devlet eliyle ortam hazırlandığı için bu sürgünler soykırıma/genoside dönüşmüştür. Karaçay-Malkarların sürgün yıllarındaki insan kayıpları % 35-40 civarında tahmin edilmektedir. Bu halkların kayıpları bununla da bitmemektedir.

Sosyal yönden büyük kayıplara uğramışlardır. Devlet eliyle 13-14 yıl sürdürülen “bandit”, “hain”, “yurdu düşmana peşkeş çeken”, vs. gibi ithamlar ve aşağılamalar insanların ruhlarında büyük çöküntülere sebep olmuştur. Zaman içinde, işin içyüzünü bilmeyen diğer Sovyet halkları da sürgünlere aynı gözle bakmaya başlamışlardır.

Dil ve kültür yönünden uğranılan kayıplar hala telafi edilememiştir. Sürgün yıllarında rusça, kırgızca, kazakça ve karaçayca karışımı garip bir dili konuşur hale gelmişler, özellikle de genç nesiller zamanla anadillerine yabancılaşmışlardır. Bir halk için bundan daha büyük tahribat ne olabilir?

Edebiyat ve diğer sanat alanlarında en az 15 yıl hiçbir eser ortaya konulamamıştır. Sadece, sözlü edebiyat ürünü sayılacak nitelikte “Sürgün ağıtları” düzmüşlerdir.

Siyasi ve ictimai tarihleri de inkıtaya uğramıştır. 15 yıl süreyle politik faaliyetlere ve seçimlere katılamamışlar ve mahalli ve merkezi parlamentolarda temsil edilememişlerdir.

Moral yönünden kayıpları ise hepsinden fazladır. Dini inançlar sarsılmış, yalan söyleme ve diğer gayri ahlaki eylemler toplumun büyük kısmında mubah hale gelmiştir. Acıma duygusu azalmış, kalbler katılaşmıştır. Kendisine merhamet edilmeyen kimse, başkasına merhamet etmez. Bu, doğal bir sonuçtur. Özellikle erkekler arasında içki alışkanlığı iptila haline gelmiştir. Bu da onları tembelliğe ve serseriliğe sürüklemiş ve iş yapma güçlerini büyük ölçüde azaltmıştır. Bu yüzden evi iaşe ve ibate etme görevi de kadınların üzerine yüklenmiştir. Bugün bile Karaçaçay-Malkar kadınlarının büyük bölümü hem eşlerine hem de çocuklarına bakmaktadırlar.

13-14 yıl sonra atayurtlarına dönme imkanına kavuşmuş olsalar bile 1943-1944’teki sosyal ve moral kazanımlarına ulaşamamışlardır. Sürülen halkların topraklarına devlet eliyle komşu halklardan insanların iskan edilmeleri o halklara karşı büyük bir husumetin doğmasına zemin hazırlamıştır. Bugün Malkarlılar ile Kabardeyler, Karaçaylılar ile Çerkesler arasında sürüp gitmekte olan husumetin tohumları Sovyet Hükümeti tarafından o tarihlerde atılmıştır. Bence bu kayıp, Kafkasya’nın geleceği bakımından endişe verici en büyük kayıptır.

Aslında devlet eliyle tehcir ve katliam, bir insanlık suçudur ve bu suçun en büyük irtikapçısı da Moskova hükümetleridir. Zira, Stalin’den sonra gelen hükümetler ile Sovyetlerin dağılmasından sonra gelen hükümetler de, sürgün edilen halklara tazminat ödemedikleri gibi onların tekrar eski durumlarına gelebilmeleri için de bir çaba göstermemişlerdir.

Sözlerimi tamamlamadan önce, 1943-1944 Deportasyon ve Genosid Olayını terekküp eden Sovyetler Birliği Hükümeti’nin sonradan yayımladığı göstermelik kararnamelerden Malkarlılar ile ilgili olanını araştırmacılara belge olur düşüncesiyle buraya dercediyorum:

Ukaz (Karar)

Alman Faşistleri Kabardey-Balkar’ın topraklarını işgal ettiği sırada, malkarlılardan bir çoklarının Atayurtlarına ihanet etmeleri, almanların örgütleyip silahlandırdığı askeri birliklere katılmaları, yine Kızılordu’nun bır kısım birliklerine karşı  eylemlerde bulunmaları, Faşit istilacılara geçitlerden geçmeleri için yardımcı olmaları, Kızılordu, düşmanı Kafkasya’dan tard ettikten sonra Sovet Rejimine karşı mücadeleyi devam ettirmek için almanlar tarafından kurulup faaliyete geçirilen eşkıya çetelerine katılmaları sebebiyle SSCB Yüksek Soveti Prezidyumu şu kararı almıştır:
Kabardey-Balkar Özerk Cumhuriyeti topraklarında yaşayan bütün malkarlıların SSCB’nin başka bölgelerine tehcir edilmelerine, SSCB Halk Komiserleri Meclisi’nin (Vekiller Heyeti) malkarlıların tehcir edildikleri ve bundan sonraki yaşamlarını sürdürecekleri topraklarda kendilerine mülk edinmeleri için yardımda bulunmasına,
Malkarlılar tehcir edildikten sonra boş kalan yerlere Kabardey Özerk  Cumhuriyeti’nin az arazisi olan kolhozlarında çalışanların iskan edilmesine,

Kabardey-Balkar Özerk Cumhuriyeti’nin Kabardey Özerk Cumhuriyeti olarak değiştirilmesine,
Gürcüstan Sovet Cumhuriyeti’nin Yukarı Svanetya bölgesine, Kabardey Özerk Cumhuriyeti’nin Nağornıy ve Elburuz ilçelerinin güneybatı taraflarındaki yerlerin ilhak edilmesine, buna bağlı olarak Rusya Sovyet Cumhuriyeti ile Gürcüstan Sovyet Cumhuriyeti arasındaki sınırın şu şekilde değiştirilmesine: Elburuz Dağı’nın kuzey tarafında Burun-Taş geçidinden Balık Irmağı boyunca 2877 irtifaya kadar, ondan ötede güneydoğu tarafında Kırtık geçidinden İslam-Çat Irmağı boyunca 3242 irtifanın üzerinden, Yukarı Bakhsan’dan batıya doğru, Kırtık Irmağı boyunca güneydoğu istikametine ve Andır-Suv Irmağından Miskhok geçidine kadar uzayan hat[15].

SSCB Yüksek Sovyeti Prezidyumu Başkanı
M. Kalinin
SSCB Yüksek Sovyeti Prezidyumu Sekreteri
A. Gorkin
Moskva, Kreml, Nisan 1944

Bilindiği gibi Sovyetler Birliği Anayasası’na göre, SSCB Yüksek Sovyeti Prezidyumu’nun aldığı karar, Yüksek Sovyetin Toplantı Döneminde onaylandıktan sonra kanun haline gelmektedir. Sözü geçen sürgün kararları ise Yüksek Sovyetin 1946 yılı Haziran ayında yaptığı ictimada kabul edilmiştir. Buna göre, 1943-1944 yılında icra edilen deportasyon eylemleri Sovyet Anayasası’na aykırıdır ve gayri kanunidir. Ama kimi kime şikayet edeceksin. Zaten SB dönemi hem Rusya tarihinde hem de Dünya tarihinde ner türlü kanusuz eylemlerin irtikap edildiği karanlık bir devirdir.

Dipnotlar

[1] Nasıl ki Almanya’da yaşayan insanlara Alman, Rusya’da yaşayan insanlara Rus, Türkiyede yaşayan insanlara Türk deniliyorsa, Kafkasya’da yaşayan insanlara da “Kafkas” denilmesi gerekir. Bu demektir ki Kafkasya’da, özellikle de Kuzey Kafkasya’da yaşayan halklar hep birlikte “Kafkas Milleti”ni oluştururlar. Müstevli ülkeler kasıtlı olarak, uzak ve ilgisiz milletler de onların etkisinde kalarak bugüne kadar etnik isimleri kullana gelmişlerdir. Ancak kafkasların yani Kafkasya’nın yerlilerinin kendilerinden “Kafkas” olarak bahsetmeleri gerekir. Biz burada birleştirici millet ismi olarak “Kafkas” terimini kullanacağız. YN.
[2] Rusya’nın bir diğer milli politikası da “Tatarsız bir Kırım”ı ebediyyen ilhak etmek idi.
[3] Ahıska Türkleri’nin sürgünü kararı, Gürcüstan’ın Türkiye sınırındaki güvenliğini güvenceye almak amacıyla Stalin ve Beria’nın talepleri üzerine alınmıştır, kanaatini taşıyorum. YN.
[4] Dağıstanlılar 1944 Sürgününden Nasıl Kurtuldu, Murtaza Ali Duğruçilov,  Hür Dağlı Gazetesi, Haziran 1994, sayı: 2, Mahaçkala.
[5] Kafkasya’da Soykırımın Gerçek Yüzü, M. Emin Kubanlı (Yılmaz Nevruz), B. Kafkasya Dergisi, Sayı: 1, 1994, Eskişehir.
[6] Kuzey Kafkasya Dergisi-Sayı: 85/86, Ocak-Haziren 1992, İstanbul. Dağıstan’da yayımlanan “Meclis” dergisinin amerikalı Prof. Doland Viksman ile yaptığı mülakat.
[7] Kırım Tatarlarının deportasyonu da aynı sebeplere dayanmaktadır. YN.
[8] Kafkasya’da Soykırımın Gerçek Yüzü, M. Emin Kubanlı (Yılmaz Nevruz), B. Kafkasya Dergisi, Sayı: 1, 1994, Eskişehir.
[9] a.g. makale.
[10] Karaçay ve Malkar Türklerinin Faciası, Mahmut Aslanbek, Ankara-1952.
[11] Tavsoltan Beğ’in konuşmasının tam metni türkçeye aktarılarak “Milli Kültür” dergisinin 1991 yılı 84 nolu sayısında neşredilmiştir. Yukarıdaki paragraflar sözü geçen dergiden alınmıştır.
[12] Miŋi Tav, aylık dergi. Nalçik, 1994 sayı: 3. Sabançılanı Hacimurat’ın yazısı.
[13] a.g.makale.
[14]  Miŋi Tav, aylık dergi. Nalçik, 1994 sayı: 5, Tarih doktoru Hutuylanı Hanafiy ile Doç. Dr. Sabançılanı Haci Murat’ın müşterek makaleleri.
[15]  Miŋi Tav, aylık dergi. Nalçik, 1994 sayı: 3, sa: 22.

____________________________________________

Yılmaz Nevruz, Kafkasya'da Deportasyon ve Genosid,
Kafkasya Strateji Dergisi, Sayı: 1, 2005, İstanbul, s. 100-117
____________________________________________

Yılmaz Nevruz's Avatar

Yılmaz Nevruz

Login

{loadmoduleid ? string:? string:? string:? string:? string:? string:? string:? string:? string:? string:? string:? string:? string:? string:? string:? string:? string:? string:261 ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ?}